Ateşi Kim Çaldı?
- cerendulman
- 27 Oca
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 4 Şub

Ateş evreni oluşturan potansiyel enerjidir, evrenin yanış biçimidir. Evren ise daima yanıştır. Söndüğünde başka bir duruma geçer, içten içe kaynayan bir magmaya basıyor ayaklarımız. İnsan medeniyetinin gelişimi ile insan yavrusunun gelişimi arasındaki benzerlikler gibi, evren ve insan arasında bir deneme de yapabiliriz. Bu deneme merkeze ateşi alacak.
Ateş üstüne anlatılması gereken iki şey olduğunu belirten Max Muller, ateş iki odun parçasının yavrusudur der ve ilk adımı atar. Ateş üzerine anlatılacak ikinci şey ise doğar doğmaz aralarından fışkırdığı bu iki odun parçasını nasıl yuttuğudur. Ben nasıl da ötekini içine hapsediyor. Oedipus karmaşası tek cümleye daha güzel sığdırılamazdı.
Ateşi yakmazsak kavurucu başarısızlık yüreğimizi kemirecek ve ateş içimizde kalacak. Ateşi yakarsak esrarengiz bir canavar bizi yakıp mahvedecek. Aşk yalnızca bir başkasına aktarılan ateşse ateş odunun yavrusu olmadan önce insanın yavrusudur. Ve çalınmıştır. Ateş hep çalınandır. Prometheus mesela, ateşi Zeus’tan çalmıştır ve halkın hizmetine sunmuştur. Prometheus ile birlikte Yunanlılar ateşten yararlanmayı sanat düzeyine çıkarmışlardır.
Ateş aynı zamanda kadında gizlidir. Birçok kabile, birçok mitoloji kadını ateşi bilen olarak nitelendirir. Erkek ateş yakmayı bilmezmiş, ateşi de bilmezmiş aslında ama kadın bilirmiş. Kadının hep bir sırrı vardır. Bu sır kimselere anlatılamayacak, denense bile başarısız sonuçlanacak bir sır. Tıpkı Şahmeran gibi. Ayrı bir lisan, farklı bir algılayış belki de. Ancak kesin olan; bilinmeyen bir sır, bilinmeyecek olan. Ama bir zamanlar da sahip olunan bir sır. Kadın o ateşin küllerini içinde taşıyandır.
Doğuran, hayata getiren, besleyen, büyüten, yaşamımızı borçlu olduğumuz en önemli figür kadın, anne, kutsal varlık, ilk ilahe, ana ilahe, ana tanrıça; içinde aslında bebeğine ve çocuğuna karşı hangi duyguları barındırdığını peşinen kabul edip araştırmadığımız bir varlık mıdır?
Psikanaliz, bebeğin annesinin “içini” bilmek istediğine dair türlü varsayımlar ortaya atmış ve bunların klinik açıdan izdüşümlerini yorumlama çabasına girmiştir. Biz insan denen varlıklar annelerimizin gerçekten “iyi” olup olmadıklarını lisan-öncesi dönemde de merak ediyorduk. Bu merak ne zaman köreldi? Kaynağı kendi agresyonumuz olsa dahi karşımızdaki kadın kendi başımıza sevk ve idare edemediğimiz dürtüyü yeterli analık ilkesiyle büyümemize ve serpilmemize yardımcı olacak şekilde yönetemeyen kadın olduğunda mı?
Erişkin hayatta kolayca inanmayı tercih ettiğimiz, varlığı ispatlanamamış bir annelik dürtüsü, annelerle ilgili bu peşin kabul nasıl ortaya çıktı? Erken dönem benlik faaliyetlerinin kuvvetli bir şekilde bastırılıp tam tersi bir görüşe tüm insanlık nasıl ulaştı? Kutsal kitaplar dışında herhangi bir konuda inanılan şeye mutlak itaatimiz söz konusu değilken ve bunu ele alıp sürekli incelerken konu anne olunca neden mutabıkız? Derindeki şuur dışı çatışma bu kadar kaygı uyandırıcı mı ki? Bu konuda düşünmeye bile kalkışmıyoruz. İdeal kabul ettiğimiz o ilk ilişkiyi, “kutsal analığı” hala devam ettirdiğimizi ve bunun aslında bir çeşit narsisizme hizmet ettiğini varsayar isek abartmayız herhalde. Minnet ve şükran hisleri geçmiş çatışmaları silebiliyor ve nihayete erdirebiliyor ise tersi durumlarda gerçeği inkâr etmeye neden bu kadar hevesli değiliz?
Anne kutsaldır. Korkulan şey kutsaldır. Baş edemeyeceğimiz güce kutsal demek ne harika bir çözüm. Çatışmadan kaçmak için ne güzel bir yol. Kutsal güçlüdür, tüyler ürpertir, tekinsizdir, kontrol edilemez, boyunduruk altına alınamaz. Çizgisi o kadar incedir ki bizi yakıp kavurabilir, bize zarar verebilir. Bütün potansiyelleri içinde barındıran, tahmin edilemez bir kudret. Ancak bu kudret bize hiç zarar vermiyor. Bütün bu çekirdeği içinde taşımasına rağmen hep “iyi”. Öyle midir sahiden? Yoksa kutsal ana, ateşin sahibi kadın, o ateşi bizden çalan kişi değil miydi? Doğduğumuz ana toprak bizden çalındı, ana karnındaki yaşamını hatırlayan var mı yeryüzünde? Üstelik bu sır geri alamayacağımız bir kayıp olarak annenin döl yatağına gömülmüş bir kül adeta. Geldiğimiz, bildiğimiz yer bizden alındı, hem de bizi büyüten kadın tarafından. Bu bir öfke uyandırmıyorsa içimizde, bu işte bir terslik yok mudur? Sanki annelik dürtüsünü burada bir yerlerde aramalıyız gibi görünüyor. Ancak altı çizilmelidir ki, bu konunun anne ile hiçbir alakası yoktur. Bize ait olanı biz kaybediyoruz, kendi yaşadığımızı kendimiz unutuyoruz, ne de olsa unutmak aktif bir eylemdir. Peki doğduğumuz yere yani kendimize ait merak, kendi agresyonumuzdan kaynaklanan narsistik bu çatışmamız sonucu “kutsalı” nasıl oldu anneye atfettik? O kadar mı korkuyoruz? Kendimizden… Sudan çıkmış balık gibi ilk gördüğümüze sarılmışız, birincil bakımverenimize, anneye.
Ben ve öteki ayrımı kabaca 8 ay civarında başlar. Nasıl başlar peki? Yabancı yüzü korkusu ile başlar. Bebek artık annenin suratını diğerlerinden ayırabilmekte ve anne hariç gördüklerinden korkmaktadır. Yani ötekilerden, ötekinden. Bir anda, herkese gülücükler saçan o bebek gördüğü her yüze karşı tedirgin olur, dehşete kapılır hale gelir. Olağan ve hatta olumlu olarak nitelendirilen bu gelişme ruhsal dünyanın yolunda olduğunun bir göstergesi bir durumdur, bebek artık ben olan ve olmayanı ayrıştırılabilmektedir. Fakat bazı nesne ilişkileri içerisinde özel bir yapı vardır ki bebek anneden adeta ayrışamaz. Ötekiyle ters düşmeyi kaldıramaz, çatışmaya asla girmez ve bu bebekler yabancı yüzlerden korkmazlar. Alerjik nesne ilişkisi adı verilen bu halde öyle bir uyum söz konusu ki, bebek adeta ötekinden ayırt edilemeyecek bir hale geliyor. Herhangi bir ayrışma fikri bile bu kişiler için son derece tehlikeli ve korkutucudur. Ancak öte yandan uyum ve yakınlık alerji yapıyor gibidir. Ben olmadan öteki, öteki olmadan ben olamaz çünkü. Erişkin hayatlarında bu kişilerin ikame nesne aradıklarını da çok sık gözlemleriz. Ayrışmanın olduğu noktada ayrışan bu kişilerde, farklılığa dair en ufak işaret dengeyi bozuyor ve kişi nesnesinden uzaklaşıyor. Kendisine ikame başka bir nesne seçmek üzerine uzaklaşıyor. Psikanalitik düşünce tam bu noktadan bizi yaşamın başına, anne bebeğin ayrışmadığı o erken döneme götürüyor ve diyor ki; burada “ben” olanın anneden farklılaşamadığı bir durum söz konusudur. Psikosomatik kuramın öncü isimlerinden Marty bunu perinatal dönemde fetüsün o sıvının içerisindeki hareketleri gibi düşünebiliriz diyor, asıl orada bir ayrışmama durumu vardır. O halde bir soru daha; bebeğin ayrışamadığı kişi anne midir sahiden? Bebek hatta daha geriye gidersek fetüs anne kavramına haiz midir? Yaşadığı her deneyimi kendinden başka kime bağlayacak? Durumun anne ile alakalı olduğu etiketini kurduğumuz düzen yapıştırmıştır der isek, annenin bu özel konuma erişmesini sağlayan o büyük korkuya tekrar dönmemiz gerekecektir. Anne öteki hakkındaki kavrayışımızın ilk unsuru ise, anne ilk öteki ise, ve biz ben olan anneden öteki olan anneye geçiyor isek anneyi değil annedeki kendimizi bir kayıp olarak yaşıyoruz demektir bu. Öteki olmadan ben olur mu diyerek iyice kafaları karıştırma arzumuz bir yana ben neyini kaybediyor ve bunu ötekinde aramaya muhtaç kalıyor? Üstelik bu öteki korkutucu, zarar veren ve sırrı kendine saklayan öteki. Öyle ki bu öteki, ben sınırlarını çizen ve beni tanımlamak zorunda bırakan öteki. Öyle ki bu öteki, lisan öğrenip iletişim kurma zorunluluğu koşan ama hiç anlaşılamayacak olan öteki. Ama bu öteki beni içinde barındıran öteki. Sartre boşuna dememiş öteki cehennemdir diye. Öteki cehennemdir ve cenneti de içinde barındırır. Cennetin ana rahmi olduğu ne aşikâr, onu başkalarına gömüyoruz ve şu ufacık yaşamımızda oraya geri dönmeye çalışıyoruz. Çöküş korkusu tam da burada bize göz kırpıyor işte.
Hiçbir insan saldırganlıktan muaf değildir. Saldırganlığın yani agresyonun dürtüsel değil tepkisel mahiyette olduğunu söylersek daha anlaşılır olabilir. Kaçınılmaz bir oral ve genital rekabetin ürünüdür saldırganlık. İlk insan vahşi doğanın bağrına düşüp de kurmamıştır kültürü neticede. İnsan kültüre doğmuştur, kültürün içine doğmuştur. Kültür insanın doğal yaşam tarzıdır, doğal ortamıdır. Ayağa kalktığımız için olgunlaşmadan doğmak zorunda kalan bir türüz. Doğduğumuz andan itibaren muhtacız ötekine. Gerek fizyolojik gerek ruhsal olarak muhtacız bir başkasına. Ve bu evrimsel gereksinim ancak bir toplumsal dayanışmayla çözülebilirdi elbet. Ensest yasağı ve yamyamlık, iki büyük suç tanımlanmadı boşuna. Bir arada yaşamak zorundayız çünkü. Oedipal karmaşa evrenseldir.
Ateş bendir ve ben ateşi yakar, kavrulur ve yok olmaz ama kül olur. Ateş yakana kadar güzeldir, yanana kadar değil. Gerçeklik düş içinde güzeldir, ben öteki içinde güzeldir. Yanmaya koşar yakmak için. İnsan paradoksların ürünüdür bir kez daha. Hiç bitmeyecek olan bu yolculuğu yanmayacaktır çünkü.
Comentários