Adalet Maskesi
- cerendulman
- 16 Mar
- 3 dakikada okunur

Adalet! medeniyetimizin en eski ve en temel kavramlarından biri. Ancak adalet yalnızca yasaların uygulanmasıyla, mahkemelerin verdiği kararlarla ya da toplumsal düzenin sağlanması ile ilgili değildir. Hepimizde bir adalet duygusu var değil mi? Herhangi bir olayla karşılaştığımızda bu adil veya adil değil diyebiliyor muyuz içimizden? Diyebiliyoruz. Sübjektif de olsa hepimizin içinde bu duygu var. Peki bunu nasıl oluşturduk?
İnsan hem hayatta kalabilmeye hem de hayatta kalırken arzularını kolektif hayatın getirdiği birtakım kurallar ve yasalar üzerinden tayin etmeye çabalar. Bu süreçte içsel dürtülerimiz ve toplumsal kurallar arasında sürekli bir gerilim yaşanır. Bu gerilim de ego yani ben tarafından yönetilir. Aslında kabaca “medeniyet” dediğimiz bu kurallar bütünü, insanlığın tahripkarlığını dizginlemek adına oluşturulmuştur. Ego, bireyin ilkel arzularıyla (id) toplumun kurallarını temsil eden ahlaki yapı (süperego) arasındaki çatışmaları düzenleyen bir dengeleyici gibi işlev görür. Ancak bu denge yalnızca bireyin bilinçli çabalarıyla değil, büyük ölçüde idrakinde bile olmadığımız, bilinçdışı mekanizmalar aracılığıyla şekillenir. Bir kararı neden aldığımızı, hangi yolu seçtiğimizi, hangi mesleğe yöneldiğimizi çoğu zaman tam olarak bilemeyiz. Gariptir ki, adalet duygusu da bu içsel mekanizmalarla şekillenir.
“Adalet” soyut bir kavramdır, bir ütopyadır. Nihayetinde toplumun veya sözleşmemizin bizleri adaleti sağlayacak bir düzene ulaştıracağını varsayabiliriz elbette. Ulaşılıp ulaşılamayacağı belli olmayan bir hedeftir bu. Ama içimizde bu duyguyu taşırız. Aslında bu duygu daha çocukluk çağındaki vicdan gelişimiyle başlar. Gariptir ki vicdanın oluşumundaki en önemli neden de bize yasak getirenlere karşı duyduğumuz öfke ve nefrettir. Vicdan, öfke ve nefretten kaynaklanır, buradan başlar.
Ne garibiz değil mi? İçsel bir muhasebe ile bize kural koyan, yasak getiren kişilere karşı duyduğumuz öfke, ‘babanın yasasına’ karşı duyduğumuz öfke (eril bir sistemdir bu) zaman içinde kendimize döner. Yani babayı ortadan kaldıramayacağımıza ve istesek de bunu beceremeyeceğimize göre bu kendimize döner ve içimize aldığımız babanın yasaklarıyla yüzleşiriz. Aklımızdan uygunsuz bir işi yapmayı geçirdiğimizde kendimize kızmaya başlarız. Daha doğrusu babamızın yerine bizim içimizdeki baba bize kızmaya başlar. Başlangıçta çocuk için yasakların sahibi ebeveynlerdir; “Babam bana kızacak” düşüncesi, zamanla “İçimdeki baba bana kızacak” halini alır. Böylece dışsal kurallar, bireyin benliğinin bir parçası haline gelir ve ahlaki otorite içselleştirilmiş olur.
Önce kural ortaya çıktı, tek başımıza hayatta kalamıyorduk ve dolayısıyla grup halinde yaşamamız gerekti. Bir kolektif hayata geçmek zorunda kaldık ve bu da toplumsal sözleşme gerektirdi. Bir arada yaşamak istiyorsak aklımıza gelenleri yapamayız, arzu ettiklerimizi yapamayız. Yaparsak bir arada yaşayamayız, herkes aklına estiği gibi davranmaya kalkarsa... İlk yasamız mesela, yamyamlık. Önce birbirini yemeyeceksin!
Sonraki adım, ensest yasası. Çocuk, hayatının en büyük aşkı olan ebeveyniyle birleşemeyeceğini öğrenir ve bu yasakla başa çıkmak zorunda kalır. Bu yasak, yalnızca bir toplumsal norm değil, aynı zamanda bireyin sevgi kavramını öğrenmesinin de temel taşıdır. Dolayısıyla ortaya ilk olarak kurallar çıktı. Kolektif yaşamı sürdürebilmek adına hazlarımızdan ya vazgeçtik ya erteledik ya da başka amaçlara dönüştürdük. O yüzden de bunlara açgözlülük dedik, haset dedik, kıskançlık dedik, şehvet dedik, bunları günah addettik. Toplumsal sözleşmemizi bozan ağır meseleler oldukları için yaptık bunu. Bu kuralları benimsedikçe, içselleştirdikçe, kabullendikçe bunlar insanlık değerleri ve ilkeleri haline gelmeye başladılar ve medeniyeti böyle oluşturabildik. Toplumdaki kuralları bize aktaran ilk kişiler de anne babalar oldu, bu kuralları evin içinde temsil edenler bu çekirdek aile oldu. İlk antrenmanlarımızı orada yaptık. Daha sonra okullara başladık, hiç bitmeyecek uzun bir yolculuğa işte böyle hazırlandık.
Dünyaya insan olarak değil insan yavrusu olarak geliyoruz. Bir kısmımız insanlaşıyor, bir kısmımız insanlaşamıyor. Ve ne kadar insanlaşırsak insanlaşalım zaaflarımız hep vardır. Vicdanı zamanla geliştiriyoruz, sevgiyi zamanla öğreniyoruz, şefkati zamanla öğreniyoruz, minnet ve şükranı, toplumsal ilkelerle erdemliliği, paylaşmayı zamanla öğreniyoruz. ve Ttüm bunları öğrenebilmek için dünyaya geldiğimizde var olan açgözlülük ve hasetten kurtulmamız gerekiyor ve onları dönüştürüyoruz. Dolayısıyla adalet duygusu temelde bir yerde öfkeden kaynaklanır ve hasetten yakıt alır.
İyi düşünelim, onda var bende yok dediğimiz zaman bu adalet duygusuyla alakalı değil mi? Ona verilmiş bana verilmemiş dediğimizde bu haset duygusuyla alakalı değil mi? ‘Onun arabası var benim yok, onun evi var benim yok, onun annesi var benim yok…’ Bunu daha çoğaltabiliriz tabii. Biz insanlar, ham fıtratımızdaki primitif yani ilkel bulduğumuz ve toplumsal yaşamı mümkünsüz kılan duygularımızı dönüştürmeyi en iyi beceren canlılarız. Hepimiz beceremesek de...




Yorumlar